Friedrich Nietzsche’ye göre: ‘’İnsanlığın temel 2 problemi vardır. Biri ‘adaletsizlik’ diğeri ise ‘anlamsızlık’. Adaletsizliğe karşı hukuku icat etti insanoğlu, anlamsızlığa karşıysa sanatı. Ama ne insanlar tam anlamıyla hukuka ulaşabildi ne de sanat insanlara.’’
Nietzsche’nin bu cümlesini genel anlamda onaylayabilirim. Sanat ve hukuk, büyük yöntemsel benzerlikler barındırır. Hatta bu benzerliğe ‘bilim’ de dahil edilebilir. Hukukun ve sanatın birçok tanımı yapılabilir. Benim tanımıma göre hukuk, adaletsizliğin içerisinde düzen aramaktır. Sanat ise, anlamsızlığın içerisinde estetik güzelliği aramak. Bilim de bu tanıma yakın olarak, anlamsızlığın içerisinde gerçeği aramakmış gibi geliyor bana. Üçünde de, bulundukları kümelerin içerisinde zıt kavramları arama çabası, yöntemsel benzerliklerini ifade etmektedir.
Hukuk ve sanatın yöntemsel benzerliği aslında iki kavramın da yaşadığı sorunların ortak olmasına yol açmıştır. Nietszche’nin de dediği gibi sanat, anlamsızlık için üretilmişti. Ancak derler ya ‘okyanusa karşı yüzersen ve karşında bir kıyı yoksa elbet boğulursun.’ Sanki böyle bir durum gerçekleşmiş gibi bazı sanat ekollerinde anlam arayışı yitirilmiştir. Sanatçılar ‘özellikle’ anlaşılmamak için sürreal yöntemler benimsemiş, evrenin anlamsızlığına teslim olmuş ve onun içinde boğulmuştur. Aynı bu şekilde icat edilen hukuk da, sözüm meclisten ‘belki’ dışarı, bazı toplumlarda adaletsizliğin temel kaynağı olmuştur.
Bu ortak problemin sanat ve hukuk bünyesinde patlak vermesinin, insanlık tarihinin aynı dönemlerinde meydana gelmesi manidardır. Sokrates ile temellerini atıp Rönesans’ta ilk meyvelerini veren akılcılık düşüncesinin, sanayi devriminde yüksek bir ivme yakalamış olması ve sonrasında postmodern eleştirilerle güç kaybetmesine kadar uzanan yolculuğu, fikrimce bu konudaki manidarlığa açıklık getirecektir.
Aydınlanma projesi olarak adlandırılan akıma göre insan aklı yüceltilmiş ve bu doğrultuda aklın ilkelerinin değişmez evrensel normlara dayandığı görüşü gelişmiştir. Devletler, bu akılcı ilkelere sahip çıkarak ve aklın refah sağlamada değişmez bir ilke olduğunu kabul ederek toplumları yönetme misyonu edinmişlerdir. Dünyanın tüm bilgilerine ve buna bağlı olarak tüm zenginliklerine ulaşmada aklın araç olarak kullanılmasının, siyasi bir zemine oturmasıyla, pragmatist ve yozlaşmış ahlak sahibi sömürü toplumları oluşmuştur.
16. yy'dan önce bilginin, düzenin ve estetiğin kaynağına tanrıyı koyan insanoğlu artık bu kaynağı akıl ile değiştirmiştir. Bilgi, düzen ve estetiğin maruz kaldığı bu değişim, tahmin edeceğiniz gibi bilim, hukuk ve sanatı da etkilemiştir. Eskiden kilisenin emrinde olan bu üç kavram aydınlanma projesi sayesinde özgürlüklerine kavuşmamıştır. Aksine akılcı ilkeleri tekeline alan devletlerin hizmetine girmiştir. Akıl ve duyuların tekrar incelenmesiyle birlikte Aydınlanma Felsefesi, evrensel ölçekte geçerli bir bilim ve kültür yaratma amacına yoğunlaşmıştır. Bunun yöntemi de, devlet denen otoriteye bağlanmak ve tüm bilim, kültür ve hukuk hareketlerinin bu nihai hedefe alet edilmesi olmuştur.
John Locke, "İnsanoğlu, doğuştan otoriteye bağlanma özelliğine sahiptir. Bu bağlanma ise boyun eğme şeklinde değil özgür ve gönüllü olmalıdır." diyerek bu düşünceye destek vermiştir. Hegel’e göreyse tarihsel düşünce ilerleyişi dört ana bölüme ayrılmıştır. Bunlar sırasıyla; Doğu, Grek, Roma ve Alman düşüncesidir. Alman düşüncesi, Hegel için son aşamadır. Bu düşünce ile ulaşılan sonuç, herkes için mutlak doğrudur. Bu doğru ise yasa ve devlet otoritesi olmadan özgürlüğün olmayacağıdır. Aydınlanma dönemindeki akıl odaklı liberalleşme düşünceleri, Hegel ile otokratik bir hal alarak, iktidara hizmet eden bir araç halini almıştır. Hegel’e göre devlet vatandaş için değil, vatandaş devlet için vardır. Vatandaşa uygulanan hukuk da devlet çıkarına, vatandaşın ürettiği bilim ve sanat da devlet çıkarına olmalıdır. Tüm kanunlar, akılcı ilerleyiş adına devletin en yüksek yetkilerle donatılmasına, sanatın devlet hizmetine alet edilmesine ve otoriteye zarar vermek bir yana dursun, tehlike bile oluşturabilecek tüm kültürel ve siyasal oluşumlara yasaklar tahsis edecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Tahmin edeceğiniz üzere bu Alman düşüncesi yıllar sonrasında totaliter rejimlere, faşizme kadar gidecek yıkıcı bir sürecin önünü açmıştır.
İşte tam bu anda, bu fikirlere ilk karşı çıkan düşünce akımının Romantizm olduğu kabul edilir. Romantikler, sanatın kökten bağımsızlığına inanıp iktidarın sanat üzerindeki dayatmacı uygulamalarından kurtulmasını talep etmişlerdir. Onlara göre sanatçı, çalışma tekniği, emek süreci ve üreteceği şeyi baştan sona kendisi kurgular. Bu nedenle devlet için üretilmiş akılcı sanatın kaynağına eleştiri getirerek bu kaynağın, sanatçının zihni ve estetik kaygıları olduğunu savunmuşlardır. Akılcılığın getirdiği doğayı ve insanı faydacılığa ve sömürüye alet etme düşüncesine karşı çıkan Romantizm, aynı zamanda akılcılığın reddettiği mistisizmin ve mitolojinin sanata tekrar dahil edilmesi gerektiğini savunmuştur. Kim bilir? Belki de akılcılığın tektipleştiriciliğine verilmiş bir savaştır bu. Romantikler, akılcı sanatın ürünlerini anlamsal açıdan da ‘’tek tip’’ olarak değerlendirmiş, buna karşı mistisizmi savunarak anlamsal çokluk yaratımını ve sanatta tekrar anlam zenginleşmesine dönüşü hedeflemişlerdir.
Bu tepkiler ilerde Avangard sanat anlayışının temellerini atacak ve birçok sanatçı bu akılcı değerlere karşı çıkarak ‘protest’ nitelik taşıyan eserler üreteceklerdir. Sanatı iktidara hizmet eden faydacı bir anlayıştan ve burjuva beğenisinden kurtararak, onu özerkleştirmeye ve hayat ile bir hale getirmeye çalışan Avangard akımları, Dadaizm ve Sürrealizm başta olmak üzere, akıl hakkında inanılan birçok düşüncenin değişmesini talep etmişlerdir.
Immanuel Kant, önemli bir aydınlanma filozofu olmasına rağmen, insanların aklıyla elde ettiği bilgilere körü körüne inanmalarını istememiştir. İnsanın, aklı öznel olarak kullanmasını isteyen Kant, insanın bir makine dişlisi olduğunu ve bireylerin bir hukuk düzeni çatısı altında asker, doktor veya politikacı gibi görevler aldıklarında seçme özgürlüklerini gerçekleştirerek, toplum refahına katkıda bulunduklarını söylemiştir. Bu sayede akıl, öznel biçimde kullanılacaktır. Ancak Foucault gibi postmodern düşünürler bu düşünceye karşı çıkmıştır. Bu durumda akıl, yaratılmış belirli alanlara göre şekillenmiş ve başkası tarafından yaratılmış bu dar seçme yelpazesi, insana öznellikten ziyade kısıtlama getirmiştir. Yani aslında seçim yoktur.
Hukuk düzeninin değişmesi istendiğinde, halka sunulan yeni reform paketlerinde bulunan kanunlar, yine aynı yaratıcı akıl tarafından oluşturulduğunda az önceki ‘seçim yokluğu’ durumu hissedilir. Hissedilen bu olumsuzluk havası, yerinde bir tutumdur. Çünkü toplumlardaki radikal hukuk sistemi değişiklikleri, genelde yürürlükteki hukukun izniyle değil, devrimle gerçekleşir. Hukukta yaşanan bu süreci sanata da sıçratan Sürrealistler, sanatta alışagelmiş tüm kalıpları yıkmak için çaba sarf etmişlerdir. Onlara göre, sanatta da ‘seçim yokluğu’ mevcuttur. Sanatkarlar, siyasi dayatmalar ve yasaklar nedeniyle belirli kalıpların çerçevesine sıkışmıştı. Bu durumsa ancak sanatsal devrimle yok edilebilirdi. Bu devrim de, her bir sanat dalında süregelen anlam kalıplarının bertaraf edilmesiyle mümkündü.
Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu adlı eserinde, Sokrates’in akılcılığı icat ettiğini ve bu akılcı tavrın sanata büyük zarar verdiğini söylemiştir. Kendi söylevine göre sanat, anlamsızlık için üretilmiştir. Fakat Sokrates’in akılcı tavrı, sanattan algılar ve sezgileri uzaklaştırmıştır. Sanatın mitlerden beslendiği nehri kurutmuştur. Nietzsche’ye göre Apollon ve Dionysos adlı iki sanat yaratıcısı tanrı vardır. Apollon ölçünün, ışığın ve dengenin tanrısıdır. Dionysos ise yaratıcı taşkınlığın, coşkunun ve müziğin tanrısıdır. Nietzsche için insanoğlunun bütün yaratımı, bu iki mitolojik kaynaktan beslenir. Ona göre Thales, Anaksimandros, Herakleitos ve Empedokles gibi doğacı düşünürler zamanındaki anlam zenginliği, Sokrates’ten sonra yozlaşmış, insanın evrenle bir olan özgür varoluşu, akıl tarafından sıkıştırılmıştır.
Sanat, anlamsızlık probleminin çözümü olarak insan aklı aracılığıyla icat edilmişti. Fakat sanatın anlamını yozlaştıran ilk şey de akıldı. Yüzyıllar içerisinde anlaşılmamayı tercih eden sanatçılara kapı aralayan da akıldı. Üstelik bu üç fail, aynı insan aklıydı. Nietzsche’nin, ‘’anlamsızlık için sanat üretildi ama sanat insanlara ulaşamadı’’ sözünü bu bağlamda düşününce daha iyi anlıyorum. Aynı insan, farklı dönemlerde, aynı aklını kullanarak; sanatı doğurdu, büyüttü, eziyet etti ve öldürdü. İşte sanatın geçirdiği bu evreleri, en başta söylediğim gibi ‘akıntıya karşı yüzerken boğulmak’ olarak yorumluyorum.
Nihilizmin filozoflarından biri olan Nietzsche’ye göre, anlam için üretilen sanatın, insana hiçbir zaman tam olarak ulaşamaması, insanlığın geçirdiği bu sürecin sonrasında garipsenecek bir düşünce olmamalıdır. Aynı şekilde aydınlanma çağında tanrı yerine aklı koyan ve sanayi devrimi sonrası aklıyla kendisini tanrı ilan eden insanoğlunun, hukuk sistemini devlet tekelinde yozlaştırmasını, ‘‘insanın bir türlü gerçek hukuka, yani düzene ve adalete ulaşamaması’’nın yegane sebebi olarak görmesi doğaldır.
Sanat Hukuku Enstitüsü
Direktör
Ege Ergün
Σχόλια